ACI BABA'YA HOŞ GELDİNİZ

 

 

Friedrich Wilhelm Nietzsche’yi duydunuz ya da okudunuz mu bilmiyorum. Kendisi özetle hayatı acılardan ibaret görür. Bitmek tükenmek bilmez ağrıları vardır ve artık acıyla yaşamayı kabullenmiştir. Belki acılar belki de kullandığı büyük dozlu ağrı kesicilerin tesiriyle “yaşam felsefesi” üzerine epeyce düşünmüş ve yazmıştır. Yazdığı kitapları kendi parasıyla bastırmış ve dostlarına armağan olarak yollarken de kitap yolladığı için defalarca özür dilemiştir. Demek ki “okumama hastalığı” yalnız bir Türklere özgü değilmiş. Şimdi konuyu Nietzsche (Niçe)’den çiğ köfteye, oradan bizim köye, oradan da “Acılara yürüyorum, korkmuyorum.” düsturuna bağlayacağız.

Bugün telefonuma gelen bir mesaj beni acılar üzerine yazmaya teşvik etti. Mesajı görünce önce kızdım sonra üzüldüm en sonunda da yazmaya karar verdim. Şu sıralar İsrail’in Gazze’de yaptığı apaçık bir soykırım var. Evleri yıkıp çocukları katleden Yahudi din devleti olan –özellikle din devleti olduğunu vurguladım-İsrail’e pek çok yerde tepkiler var. Bu, bugünkü bir mevzu değil aslında. Ben kendimi bildim bileli İsrail, Orta Doğu’da katliam yapıyor ve yayılmacı bir siyaset güderek Arapları evlerinden ocaklarından söküp atıyor. Sahilde oynayan çocukları öldürüp rastgele yoldan geçen sivillere işkence yapabiliyor. Hiç kimse de ona bir şey diyemiyor çünkü arkasında Amerika gibi bir destekçisi var. Bunun tarihsel sürecine yeni nesiller için gireceğim zira onların tertemiz zihinlerini bağnaz kafaların manipüle etmesine müsaade etmemeyi bir görev olarak kabul ediyorum.(Kelimeleri art arda döşedim, anlamına bakıverin.)

Efendim, Arap coğrafyasına Yavuz Sultan Selim ile girdik. Orada yıllarca hüküm süren Memlûkler  Devletini –bir Türk devletidir- korkunç savaşlarla yok edip hazinelerini ele geçirdik. O günden Mondros Mütarekesine kadar Arap coğrafyası bize maddi ve manevi olarak hep yük oldu. İsyanları bitmedi, düzensizlikleri bitmedi, kabile savaşları bitmedi vs. 1. Dünya Savaşı yıllarında ise bugünkü Ürdün ve Suudi Arabistan’da hüküm süren mü’min kardeşlerimiz, İngilizlerle bir araya gelerek Türkleri katletti. İsyanları sonucu bizi orada yıpratıp birer İngiliz mandası olarak devlet kurdular. Bugün bile Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün bize karşı düşmanca tutumuna devam ediyor. Hacker iseniz Google’a “Yunanistan’la hava tatbikatı yapan Arap devletleri” yazınca eğriyi doğruyu görebilirseniz.

Osmanlı, o coğrafyadan çekilmeden evvel başlayan Yahudilere toprak satma vakaları gerçektir. Hatta Padişah Abdulhamit, bunu yasaklamıştır. Yasaklara rağmen isim değiştirerek, başka yöntemlerle topraklarını satıp bu paraları eğlence âlemlerinde harcayan Arap mirasyedilerin bir zamanlar Mısır ve Lübnan’da gece âlemlerinde fink atığını biliniz. Daha sonra bir gedik bulup oraya yerleşen Yahudiler, Batılı güçlerin de desteğiyle o günden bu güne kadar soykırım ve katliamlarına devam edegeldiler. Yahudiler için bugün-yani 2023 yılı Aralık’ında- malumun ilamı olan “katil” ünvanı yeni değildir. Adamlar önceden beri böyle. Fakat Yahudiler sinema sektörü ve yayın sektörüne hâkim oldukları için bu kötü imajdan üç film beş kitapla kurtuluyorlar. Göreceksiniz ki Gazze’deki soykırım bitince hemen iki Hollywood filmi, beş  tane de New York Bestseller kitabı ile zalim kisvesinden sıyrılıp mağdur kisvesine bürünecekler. Bugün Gazze için üzülen pek çok gafil de o filmleri beğenip tavsiye edecek ve o kitapları çocuğuna alıp kitaplığına koyacak. Bizim yazdığımız ve Türklere yapılan zulümleri anlatan Tekinsiz Okul romanına ise yine bizim halkımız tarafından “Kunta Kinte” muamelesi yapılacak. Aha da buraya yazıyorum. Fark ettiniz mi, eğriye eğri, doğruya  doğru diyorum. Çünkü gerçekleri, yalnız gerçekleri bilmeniz için yazıyorum bunları.

Neyse… Telefonuma gelen mesaj bana gençliğimi hatırlattı. Lisede eylem yapıp İsrail bayrağı yaktığım o heyecanlı günleri anımsadım. O zamanlar devlet bizi teşvik etmiyordu hatta eyleme katılanlar, okuldan atılmakla tehdit ediliyordu. Yani samimi idik dostlar, tertemiz niyetlerimizle mazlum kardeşlerimizin yanında idik. Sonra öğretmen olduğum zaman İstanbul 4.Leventteki İsrail Konsolosluğu eylemimiz aklıma geldi. Mavi Marmara gemisindeki tertemiz niyetli mücahit kardeşlerimizi katleden İsrail’e kızıp ağlaya ağlaya öğle namazı kıldığım o anlar hala zihnimde dipdiri duruyor “Allah’ım!” diyordum secdede “Allah’ım! Lanetlediğin bir kavme bunca gücü ve parayı niye verdin? Onları helak et, onları yerin dibine göm ve tüm dünya buna şahit olsun” Dualarım böyleydi…

Sonra?.. Sonra ne mi oldu? Manevi anlamda birlik olma teşviki gerçeğini ve bunun da çok onemli olduğunu kabul etmekle beraber  İsrail’i protesto ile, beddua ile yıkamayacağımızı anladım. O günden beri öğrencilere alanım olmadığı halde Bilim Çocuk dergisi okutmaya, onları bilimsel dergilere (Chip, Popüler Science, Popüler Bilim, How It’s Work, Al About Space vs.)yönlendirmeye yemin ettim. O günden beri dinî hamasetten kurtulmamız gerektiğini,  laboratuvarlı okullar yapmamız gerektiğini, İslam’ın bilim ve aydınlanma dini olduğunu fakat halk tarafından ilkel usûllerle gelenekçi bir dinin sürdürülmeye çalışıldığını, yeni neslin bu sistemle israf olacağını ve bir an önce bilim ve teknolojide güçlenmezsek İsrail’in zulümlerine aynen devam edeceğini savundum durdum.  

Peki, bugün ne mi oldu? Bombalar altında sürekli ezilmemesi için aydınlatmaya çalıştığım kişiler bizi anlayamadı. Şaşırmadım elbette çünkü burası Orta Doğu ve burada işler çamur ve iftira ile yürür. Burada -salih insanlar hariç- mürailer için Tanrı devlettir ve bu da halkı ikiyüzlülüğe sevk eder. Burada millet olma bilincinden daha güçlü olan, cemaat ve tarikat olma bilincidir. Bu da bölünmeyi kolay hale getirir.

İşte bu yüzden telefonuma bugün gelen  mesaja hiçbir şekilde karşılık vermedim. Oysa bu arkadaşlar ve bu arkadaşları yönetenler, bu  asırda donanımlı okullar yapmış olsalardı, bugün İsrail’in Demir Kubbe sistemini çökertip füzelerini kendi kafalarına döndürebilen hackerler bizden çıkacaktı. Oysa Aziz Sancarlar, Biontech aşısı ile Almanya’yı zengin eden Uğur Şahinler bizden çıkacaktı.

İşte bu şartlar altında, yetersiz, donanımsız bir halka yeni acılar yüklemek; TV kanallarının neredeyse  tümünde enkaz altındaki çocukları göstermek ne kadar insanî?  Neden sürekli ekran başında bizi ağlatıyor, neden kendimizi sürekli suçlu ve yetersiz hissettiriyor, neden kendimizi sürekli dünyadaki tüm acılarla mücadele etmek zorunda hissettiriyorsunuz? Yani şimdi ne yapalım? Vergisini dahi zor ödediğimiz av tüfeğini omuzlayıp Suriye üzerinden Filistin’e mi gidelim? Gitmeyeceksek her gün, her gün, her gün enkaz altında kalmış zavallı çocukları bize seyrettirmekle ne amaçlıyorsunuz? İsrail ile yapılan beş milyar dolarlık ticareti gizlemeyi mi, enflasyon belasını mı, yakın zamanda başımıza gelen ağır depremi mi, ekonomik olarak gitgide fakirleştiğimiz gerçeğini mi, yirmi yıl sonra korkunç bir nüfusa ulaşacak olan mülteci sorununu mu?..

Acılarla yaşamayı öğretmişler bize dostlar. Bayram sabahlarında bizim köyde ağlayan pek çok aile olur. Sanki eskileri anımsamak, yoklukları hatırlatmak, dramları capcanlı tutmak bir âdet gibidir. Yaşlılar bunları anlatıp durur. Oysa bayram sabahları neşeli olmak sünnettir. Neye üzülüp neye sevineceğimize, nasıl tepki vereceğimize, hangi atkıyı takacağımıza, kime kızıp kimi alkışlayacağımıza bile o aptal kutusu olan ekranlar karar veriyor! Orada birkaç kişi konuşuyor ve biz pasif bir şekilde onları dinleyip dediklerini benimsiyoruz.Belki bu yüzden acılarla bizi dizayn ediyor, acılarla bizi manipüle ediyor, acılarla bizi yönetiyorlar. Bu coğrafyada devletler, insanları bu minvalde yönetir ve hükumetler de saflarını bu biçimde sıklaştırır. Belki de çiğ köfteyi bu yüzden bu kadar çok seviyoruzdur ha? Bize kim olduğumuzu hatırlatıyor olmasından ötürü seviyoruzdur çiğ köfteyi. Yani şimdi çiğ köfte ne alaka demeyin? Yukarıda dedik ya oradan oraya bağlayacağız diye. Sona biraz mizah koyayım ki yazının bitiminde yüzünüzde tebessüm olsun, değil mi?

Acılara yürüyor korkmuyorum/ Arada bir kalbimi yokluyorum falan filan…

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BAŞIMA NELER GELDİ

DOYUMSUZ EVLAT NASIL YETİŞTİRİLİR?