DOYUMSUZ EVLAT NASIL YETİŞTİRİLİR?
Birkaç yıl önce bir AVM’de şahit olduğum olay günaşırı aklıma gelip duruyor. Aradan aylar hatta yıllar geçmesine rağmen o sahne zihnimde belirip kaybolur. Bir çocuğa ailesi akülü araba aldı. Hem de iki üç bin lira civarı ve kaliteli bir akülü arabaydı. Kırmızı, cip tarzı bir araba… Ben de tecessüsle çocuğun simasına baktım. O da ne! Zerrece mutluluk yoktu! Çocuğun hiçbir tepki vermemesine öfkelenen annesi, akülü arabayı otoparktaki araca kadar ite kaka götürdü. Ağzım açık bir vaziyette öylece onları izledim.
O zaman bir köşeye oturup çocukluğuma üzüldüm. Aslında çocukluğuma üzülüp üzülmemem gerektiği noktasında dengesiz hislerim mevcut. İçinde yoğrulduğum yokluk kazanı, bazen canımı acıtırken bazen de beni mutlu eder. Hakikaten lezzet yoklukta. Mahrumiyet, her şeyden mutlu olabilme kapısının en gizemli anahtarı... O zaman küçük şeylerle mutlu olabiliyor insan. Yokluğun girdabında savrulan zihinler, hayal âleminde Donkişotlar yaratabiliyor. O çocuğun umursamadığı akülü arabayı bilmem kaç kez hayal ettim. İnek otlatırken, tavuk güderken, tavuklarımı boğan sansar ya da gelinciklere lanet okurken dahi o arabanın hayalini kurardım. Araba olmadığı ve olamayacağı için de hayali inanılmaz bir mutluluk verirdi yüreğime. İyi ki de imkânımız yokmuş. Olsaydı demek ki ben de o doyumsuz uşak gibi büyük şeylerle bile mutlu olamayacaktım. Akülü arabam olsa bile!..
Pek çok kişiye sormama rağmen kimse hatırlamadığına göre ben de artık olmadığına inandım. İzlediğim bir filmde muz yemeden duramayan hatta halsizleşen bir çocuk vardı. Çocuk muz yiyince canlanıyor ve güçleniyordu. Bilen varsa söylesin, hangi çizgi filmdi o? İşte oradaki çocuk gibi ben de muz hayal ederdim. Dağların bağrındaki tozlu patikalarda oynarken, yamaçlara taştan dozerlerle ana yollar açarken hep muz düşünürdüm. Ne kadar tuhaf değil mi? Sonra bir cuma günü babam beni takım elbise diktirmeye götürmüştü. Şöyle çıtçıtlı, kareli bir gömlek ve pantolon düşünün… Öyle bir takım elbise giyinip bir müddet çarşıda dolaşmıştım. Eve dönme zamanı gelince babam iki kilo muz alıp poşeti de bana vermişti. Çarşıdan eve ulaşmak için iki üç kilometrelik yokuş bir şoseden tırmanmak gerekiyordu. Çarşıdan köyümüze giden yola varır varmaz bir kavak ağacının gölgesine oturup muzları yemeye başladım. Aman Allah’ım! Böyle bir lezzet yoktu! Derken kendimi kaybedip muzun neredeyse tamamına yakınını yemişim. Karnımdaki çıtçıtlar açılmaya başlayınca artık yememem gerektiğini anlayabildim. Yanıma yirmili yaşlarda bir genç oturdu. Yere attığım muzların kabuklarının içindeki beyaz lifleri kemirmeye başladı. Muzla dolu bir mideyle o bayırı güç bela tırmanmıştım.
Çok şey istiyormuş havası verebilirim belki ama bir de plastik topum olsun isterdim. Annem o plastik topu almak için önce hak etmem gerektiğini söyledi. O zamanlar Perşembe Yaylası’ndaki bostana patates ekmeye giderdik. Bostanda irili ufaklı pek çok taş olurdu. Ekim işinden önce o taşlar temizlenmeli ve patatesler öyle kuyulanmalıydı. Plastik topla aramdaki tek engel, yüzlerce irili ufaklı taştı. Hırsla ve azimle taşları temizlemeye başladım. Taşın biri iriceydi. İki elimle kaldırıp aşağı atacakken taş alnıma gelmişti. Kaşlarımın arasındaki yarık halen benimledir. Annem kafama eşarp sarıp beni bostanın alt tarafına yolladı. Orada sağa sola bakarken dikenliğin içinde beyaz bir top görmeyeyim mi? Dünyalar benim oldu. Hemen etrafa bakıp kimsenin olmadığından emin olunca topu aldım. Top, sibop kısmından balon yapmıştı. Havaya atınca yalpalanarak yere düşüyordu. Ama olsun, yine de içi hava dolu bir toptu. Kafamdaki yarığı çoktan unutmuştum. Sevinç içinde köye döndük. Ertesi gün okul vardı. Topumu büyük bir gururla kucağıma alıp okula geldim. Her öğlen maç yapmak bizim için vazgeçilmez bir tutkuydu. Bu maçta benim topum vardı ve tartışmasız şekilde oyun kurucu-yani Kaptan Tusubasa- bendim. Topun yamuk olmasını kimse umursamadı ve maça başladık. İlk dakikalar daha yeni başlamıştı ki topum patladı. Elbette herkes beş on kuruş getirecekti çünkü bana borçlanmışlardı. Arkadaşların getirdiği paralarla yepyeni bir top aldım. Hem de yamuk değildi! Elbette o topu okula hiç getirmedim çünkü patlamasına gönlüm razı olamazdı.
Bunları niçin yazdığımı ben de bilmiyorum. Emin olun ki niyetim duygularınızı harekete geçirmek değil. Bilmediğiniz bir zaman ve mekânda, sizin müdahaleniz olmadan karşılaştığınız bazı şeyler yüreğinize oturuyor demek ki. İşte böyle, gece yarısı aklınıza gelip size bunları harflere döktürüyor. Aslında bunları kimsecikler bilmemeli, hiç kimseler duymamalı. Neyse ki bu yazıları okuyanlar ilim irfan sahibi de dediklerimin manasını kavrayabiliyorlar. İnsan ne olursa olsun yaralarını deşmemeli ama elden bir şey gelmiyor işte. Sırrını kaleme söyleme gider kâğıda yazar, diye bir söz işitmiştim. Ne kadar da doğru.
Velhasıl Dostlar,
Biz yokluk çektik çocuklarımız bari çekmesin dediğiniz anda hissiz, doyumsuz bir nesil yaratmış oluyorsunuz. Böyle bolluk içinde büyüyen uşaklardan emin olunuz ki hiçbir hayır gelmez. O halde Mevla, bizi kıymet veren, kanaatkâr evlatlarla karşılaştıra.
Cok cok dogru bir tespit hocam
YanıtlaSilBenim de öyle bir bebek Hikayem var. Ağlayan bebek. Çok pahalıydı galiba ki sadece bir arkadaşımın vardı. Ameliyat olursan be ilaçlarını içersen ( ki ger biri zehir gibiydi) alacağız demişlerdi. Aldılar ama kırılır şimdi dokunma diye oynatmadılar. Ben yokken misafir ve akraba çocuklarına vermişler; okuldan dönünce kafası kopmuş, gözleri oyulmuş, saçları yolunmuş, elbisesi yırtılmıştı. Sonra da kıymetini bilmiyorsun diye bana bir daha bebek almadılar. Almak isteyenlere de evde var; çocuk işte oyuncak kıymeti mi bilir diye yargıladılar. Şimdi ne zaman bir bebek görsem; içim cızzzzzz....
YanıtlaSilNe güzel
SilMurat hocam Tuna'nın katkısı var mı ?
YanıtlaSilYok aslanım.
SilBu yorum yazar tarafından silindi.
YanıtlaSilMurat hocam çizgi filmin adı bananaman çocuğun adı ise Eric 1980 de İngiltere çok meşhurdur
YanıtlaSil