BOYACI MUSTAFA
Kış
mevsimi uzatmaları oynarken, unutulmamak için son gücüyle saldırıyordu. Eksi
derecelere varan soğuk, tipi, kar ve buzlanmış kaldırımlar, yollar… Çıplak
ağaçlar, omuzlarındaki yükten kurtulmanın tadını çıkarıyor, kuşlar bir an önce
karınlarını doyurup yuvalarına dönmek için acele ediyordu. Fırından aldığı iki
ekmeği avuçlarında sıkarak yürüyen Ramazan Öğretmen, soğuktan korunmak için
boynunu kaşesinin içine sokmaktan, kamburlaşmış
gibi görünüyordu. Ayakkabı boyacılarının yanından geçerken uzun zamandır
kundurasını boyatmadığı aklına geldi. Hatta aldığından beri hiç boyatmamıştı.
Elini cebine atıp, kaç parasının olduğunu yokladı. On lirası vardı. Cebindeki
bozuk iki lira ile az önce ekmek almıştı. Maaş gününe daha on beş gün varken on
lira ne yapabileceğini, ne kadar dayanabileceğini bilmiyordu. Maaşı alır almaz,
ev kirası, faturalar, ameliyat için çektiği kredinin taksiti, eski borçlar
derken parası tükenivermişti. Ekonomik sıkıntılarla mücadele etmek, sürekli bir
sonraki ayı düşünmek, zihnini epeyce yormuştu. Ne kadar düşünürse düşünsün her
zaman ayın ortasında parasız kaldığını hatırladı. İçi daralıyor, bazen
yaşamdan, insanlardan bunaldığını hissediyordu. Çoğu zaman içinden gelerek
gülemiyordu. Maddi güçlük bir insanın mücadele edebileceğinden çok daha büyük
bir düşman idi. Sonra kalbindeki
ağırlığı ve bezginliği atabilmek için vurdumduymazlığa sığındı,
‘Şu
ölümlü dünyada para biriktirip de ne yapacağım? Mezar taşım mermer olsa ne
olur, hiç olmasa ne olur!’ dedi.
Bir
yandan yürüyor bir yandan da boyacılara bakıyordu. Üç tane boyacı içinde, boynu
bükük, yüzü kırışık, masum bakışlı biri dikkatini çekti. En sonda soğuktan
büzüşmüş halde, yerde oturuyor, müşteri bekliyordu. Hiç düşünmeden ayakkabısını
ona boyatmaya karar verdi,
‘Selamün
aleyküm usta. Müsaitsin değil mi?’
Boyacı
sevinçle başını salladı,
‘Tabi
beyefendi ne demek. Buyurun, şu tabureye
oturun.’
Ayağını
sandığın üzerindeki bölüme koydu. Boyacıya bakıyor, yüzündeki kırışıklıklardan
neler çektiğini sezmeye çalışıyordu. İlk olarak boyacı konuşmaya başladı,
‘Benim
adım Mustafa. Siz ne yapıyorsunuz beyefendi?’
Ramazan
Öğretmen sohbetin başlamış olmasına sevindi. Zira amacı ayakkabı boyatmaktan
ziyade dertleşip konuşmak idi,
‘Ben
de Ramazan. Burada öğretmenim.’
Boyacı
sol ayakkabının tozunu almış, ayakkabının altına vurarak ayak değiştirme
işaretini vermişti. Sağ ayağı fırçalamaya başladıktan sonra sormaya devam etti,
‘Evet.’
dedi Ramazan Öğretmen. Boyacı ise başını aşağı yukarı salladı. Bunu duyduğuna
pek de sevinmiş sayılmazdı. Fırçayı eskiye nazaran daha sert hareketlerle
ayakkabı üzerinde gezdirmeye başladı. Sanki öfkesini siyah kunduradan alıyor,
tozlar üzerinden döküldükçe rahatlıyor, hafifliyordu. Öyle ki Ramazan Öğretmen,
boyacının, yumuşacık kılları olan fırçaya bastırışındaki gücü ayaklarında
hissediyor, ayakkabı boyatmanın yanında adeta bir de ayak masajı yaptırıyordu.
Sağ ayakkabının da altına vurduktan sonra, tekrar sol ayakkabı sandığın üzerine
kondu. Kutudan aldığı iki çay kaşığı boyayı ayakkabının ucuna bırakıp, sünger
yardımıyla boyayı dağıtmaya başladı.
‘Bende
de var bir tane. Daha doğrusu vardı. Allah belasını versin, on yedi yıllık eşim
yarım kilo altınımla birlikte beni bırakıp kaçtı. O altınları işte bu soğuk
kaldırımlar üzerinde oturarak biriktirmiştim. Dişimden tırnağımdan artırıp bir
ev almak, eşimi ve çocuğumu rahat ettirmek için biriktirdiğim her şeyimi
elimden aldı. Benden aldığı manevi altınları konuşmayacağım bile. Onları yine
yeşerttim ama. Sonbahardan sıyrılıp ilkbahara çabuk ulaştım.’
Sol
ayaktan sonra tekrar sağ ayak sandığın üzerine konuldu. O da boya sürme
işleminden geçtikten sonra sıra cilalamaya gelmişti. Ramazan Öğretmen en baştan
beri Mustafa’da bir haller olduğunu zaten anlamıştı. Hayata bakışı sönmüş,
yorgunluk yüzüne ve gözlerine sinmişti. Ne diyeceğini bilemedi. Hastası olsa ‘
Geçmiş olsun.’ derdi, yakını vefat etse ‘Başın Sağ Olsun.’ diyebilirdi lakin
eşi terk eden bir adama ne denirdi?
‘Boş
ver, takma kafana!’
Ağzından
öylesine dökülen bu laf karşısında birden utanıverdi. Zavallı adamcağız hem
eşini hem de ömür boyu çalışıp biriktirdiği yarım kilo altını kaybetmişti.
Nasıl kafasına takmayacaktı? Söz ağızdan çıktıktan sonra onu toplamak
imkansızlaşıyordu. Lakin Mustafa ezik halini birden kenara atıp, şahin bakışlı
bir hale büründü. Yeşile çalan gözleri baharda tomurcuklanan akasya ağaçları
gibi heyecanlıydı. Kendine güvenen, dipdiri ses tonuyla konuşmaya başladı bu
sefer,
‘Takmıyorum
zaten hocam! Taksam ne yapacağım? Artık öbür dünyaya kaldı hakkım. Orada ilahi
adalet tecelli edecektir elbet. Üzülmedim diyemem ama dağılmadım da. Şu halimle
de olsa evime ekmek götürebiliyorum ya, buna da şükür.’
Ramazan
Öğretmen boyacının halinde ne olduğunu anlayamamıştı. Eli kolu sağlam
görünüyordu. Ayakları da yerindeydi.
‘Ne
varmış senin halinde?’
Ciladan
sonra parlaması için kadife çekilmesi bölümüne gelinmişti. Mustafa, elleriyle,
parmaklarının ucuyla cilayı dağıtıyor, sonra kadifeyi yine aynı şekilde
parmaklarına dolayıp kundurayı parlatıyordu.
‘Bende
doğuştan kalça çıkıklığı var hocam, yürüyemiyorum.’
Başını
öne eğdi. Olgun biriydi. Artık halini kabullenmiş, hayata bakışını karartmamış,
her erkek gibi evine ekmek götürme peşine düşmüştü. Geçmişte yaşadığı
sıkıntılar, verdiği nefesin içindeki karbondioksitle beraber ayakkabıya
yapışıyor, kadife yardımıyla bu sıkıntıları dağıtıp parlatıyor, güzel günlere
kapı açıyordu.
‘Ben
lise mezunuyum hocam, hem de edebiyat bölümünden. Kırk beş yaşındayım. O
zamanlar lise mezunu birini bulmak zor idi. İstesem onlarca işe girerdim ama
köy yerinde anama yardımcı olayım diye başka işe girmedim. Anam babam da vefat
edince işte böyle kaldık ortada. Şimdi
engelliler için açılan sınava gireceğim. O sınavı kazanırsam sokaklardan
kurtulup, devlet memuru olurum. Belli yaştan sonra çekilmiyor boyacılık
mesleği.’
Ayakkabının
daha iyi parlaması için son çalışmalarını yapan Mustafa bir yandan da konuşmaya
devam etti,
‘Peki
çocuk var mı hocam senin?’
Ramazan
Öğretmen hayran gözlerle Mustafa’ya bakıp cevap verdi,
‘Evet
var, bir tane oğlum var.’
Mustafa
başını kaldırıp konuşmaya devam etti,
‘Allah
bağışlasın. Benim de var bir tane. On yedi yaşında, erkek. Geçenlerde baba bana
motosiklet al, dedi; aldım. Bir lokantada çalışıyor. İnşallah hayırlı bir adam
olur da hayatta sıkıntı çekmez.’
Boyama
işlemi bittikten sonra kuruması için biraz daha oturdu. Sonra Mustafa kendinden emin bir tavırla
konuşmaya devam etti,
‘Hanım
beni terk etti ama şimdi yine evliyim. Yalnız başıma kaldığımı filan düşünme. O
gitti diye yas tutup hayıflanacak değildim ya.’ dedi.
Yüzü
tebessümle doldu. İşte bu, dirilişin timsaliydi. Orman yangınından sonra
küllerin arasından sıyrılan tatlı yeşil tonlu filizler, fideler gibiydi.
Ramazan Öğretmen ekonomik sıkıntı yüzünden bunaldığı sırada Mustafa’dan mutlu
olmayı, dik durmayı öğrenmişti. Son on liradan iki lirasını ona gönül
rahatlığıyla verdi. Sanki tanınmış bir psikologdan terapi görmüştü. Ekmeği yine
ellerinin arasına alarak, simsiyah ayakkabılarıyla buzlu kaldırımdan yürümeye
devam etti. İçine tarifsiz bir mutluluk dolmuş, karı, buzu, doğayı daha çok
sever olmuştu.
Öyle
ya. Hayatta hep ilkbaharı beklemeli ve ummalı. Mustafa gibi, dertler
ağırlaştıkça umutlar diri kalmalı, hep geleceğe dair planlar yapılıp, hayaller
kurmalı. İnsan geleceğe nasıl bakarsa öyle yaşıyor bugünü de. Bedenimiz engelli
olsa bile düşlerimiz engelsiz ve daim olmalı.
Helal olsun hocam efsanesiniz
YanıtlaSilTeşekkür ederim, sen de öylesin.
SilHocam adamsınız
YanıtlaSilhacam çok güzel olmuş
YanıtlaSilÇok güzel hocam e
YanıtlaSillinize sağlık