Kayıtlar

BAŞIMA NELER GELDİ

  Kıymetli Okurlarım, siz de olmasanız derdimi yanacağım kimse yok. İstatistikler üzerinden baktığımda dünyanın dört bir tarafında okunduğumu görmek benim için büyük bahtiyarlık. Hele de Alaska’da hasta bakıcısı olarak çalışan Bulgar bir kadının yazılarımı okuyup Messenger üzerinden bana ulaşması beni hayretler içinde bıraktı. Açıkçası bu kadar yaygın bir okuma ağı beklemiyordum. Aslında size daha güzel şeylerden bahsetmek, zaten altında ezildiğiniz hayatın yüklerine karşı direncinizi yükseltmek isterdim ama ne var ki bataklıkta gül bitmez. Dostlarım, insanlar kötü. Maalesef kötü. Bunun sebebini Kabil’in Habil’i öldürmesi ve bu yüzden insanlığın geri kalanının Kabil’den çoğalmış olması olarak düşünmek pekâlâ mümkün. Ama bundan öte insanların kötülüğe hayır diyememeleri, diyecek cesaretlerinin olmaması ya da omurgasız olmalarından kaynaklanıyor. Daha güzel, daha iyi bir yaşam seçeneği varken, sevmek ve sevilmek varken insanları kötü olmaya iten sebep nedir, çözemedim. Hayatım ...

ACI BABA'YA HOŞ GELDİNİZ

    Friedrich Wilhelm Nietzsche’yi duydunuz ya da okudunuz mu bilmiyorum. Kendisi özetle hayatı acılardan ibaret görür. Bitmek tükenmek bilmez ağrıları vardır ve artık acıyla yaşamayı kabullenmiştir. Belki acılar belki de kullandığı büyük dozlu ağrı kesicilerin tesiriyle “yaşam felsefesi” üzerine epeyce düşünmüş ve yazmıştır. Yazdığı kitapları kendi parasıyla bastırmış ve dostlarına armağan olarak yollarken de kitap yolladığı için defalarca özür dilemiştir. Demek ki “okumama hastalığı” yalnız bir Türklere özgü değilmiş. Şimdi konuyu Nietzsche (Niçe)’den çiğ köfteye, oradan bizim köye, oradan da “Acılara yürüyorum, korkmuyorum.” düsturuna bağlayacağız. Bugün telefonuma gelen bir mesaj beni acılar üzerine yazmaya teşvik etti. Mesajı görünce önce kızdım sonra üzüldüm en sonunda da yazmaya karar verdim. Şu sıralar İsrail’in Gazze’de yaptığı apaçık bir soykırım var. Evleri yıkıp çocukları katleden Yahudi din devleti olan –özellikle din devleti olduğunu vurguladım-İsrail’e pek ç...

BEN VE O

    Evet, ben bir tuz torbasıyım. İçi boş, yıpranmış; masum bir çocuğun eline geçmiş… Yaz başında, çakal eriklerin erişmediği bir günde; üç beş galibarda damaskan erik toplamak için harmanın ardına giden ürkek yürekli bir çocuğum ben. O ise ağaca konan kuşları tepelemeye ant içmiş bir koca ayak… Güneşimin önüne çamurdan mamul kırk kurt postu geren o, “ben”i yaratan bir albastı. İnsanın yaratılışını hazmedemeyen, karabasanlarla oynaşan korkunç devin hayattayken bir aksakal, öldükten sonra da kabus olarak her rüyaya iştirak ettiği varlık olan o, benim kıyametim aslında. Düşler ülkesinde, rüya girdabında bazen eski model Ford minibüs ile elimde kalan son kalemi- hem de burçlarından beslendiğim- kaçıran o, bazen de attığım adımları yere mıhlayan bir kâbustan başka bir şey değil. Ben coğrafyayım. Hani şu kader olan... Ruhumu mengenede sıkıştırıp, hayallerimi cendereye atan; benliğimi fırdolayı kuşatan maziyi yaratan kişi, beni de yarattı aslında.   Sonrası ise korkunç! Yaş...

ISKAT

  Parmaklarımdan dökülen bu biçimler sanmayın ki mürekkepten tertiptir. Bunlar, kelimeleri sürttürerek estetik haz kıvılcımları yaratmaya çabalayan bir mana satıcısının salvoları da değil. Hiçbir zaman hiç kimsenin duygularını fayrap ettirme telaşesinde de olmadım. İçten içe yanışım, odlanışım bana yetiyor da artıyor keza. Eğlence arıyorsanız ötede oynayın. Buradaki biçimlerin imgelemlerinde can çekişen bir tin, yüz binlerce kez cehennemde yanıp biteviye ruhuna üflenmiş bir fâni duruyor. İşte orada! Kan parçacıkları, mürekkep yutmuş gibi yaptığı şu uyduruk göstergelerin gölgelerinde saklanıyor. Ben bu gölgeden çıktığımdan beri hiçbir yerde güneşi bulamadım. Bedenime sirayet etmiş her zerre yemeğin tedarikçisi ellerin, derin ve nasırlı vadilerinde gözyaşlarımda boğulup boğulup ayağınıza geldim. Belki bu şeytan kazanından can havliyle fırlarım da bir pamuk yürekli beni silüetlerin perde arkasında keşfeder. Bir merhamet gösterir, bir kulak verir… Bin düğümlü ve bin kapılı Alamut’un ...

FUAT SEZGİN PİYESİ

  İSLAM MEDENİYETİ( FUAT SEZGİN PİYESİ) YAZAN: MURAT KÖMÜR Arkadan kısım bir sesle “Bitlis’te Beş Minare” türküsü söylenmektedir. Loş bir çalışma ofisinde, masa lambası yanmaktadır. Duvarda eski tip bir saat, masanın üzerinde tik tak sesleri sesleri çıkaran başka mekanik bir saat vardır. Fuat Sezgin’in elinde usturlap vardır. Usturlabı inceler, bakar. Masanın üstünde açık ve dağınık birkaç eski ciltli kitap, not alınmış kâğıtlar durmaktadır. Bu sırada eşi kapıdan girer. Fuat Sezgin ise çalışmaya dalmıştır. Eşi uzaktan seslenir, -           Fuat Bey… Fuat Bey… Fuat Sezgin, sesi duymaz. Elindeki aleti inceleyip notlar almaya devam eder. Saçlarına ak düşmüş, gözlükler burun ucuna inmiştir. Eşi daha da yakına gelir, -Fuat Bey… Fuat Sezgin, -Efendim Hanım. Eşi, -On beş saattir çalışıyorsun azizim. Sabahleyin dersin de var. Saat dört olmuş. Çalışmaya ara verip birkaç saat uyusan iyi olur. Fuat Sezgin, (Başını ellerinin aras...

ESKİ TAS ESKİ HAMAM

    Yaz mevsiminin gelmesine üç beş gün kaldı. Korona salgını münasebetiyle tıkıldığım evde iyice genişledim. Hem incelmek hem de cildime bakım yapmak maksadıyla bir çare düşünmeye başladım. Buldum! Hamama gitmeliyim. Hamam da pis olur şimdi. Dertlisi, dertsizi; borçlusu, harçlısı… Ne varsa orada paklanıyordur. Ülke insan türleri müzesi gibi zaten. Hani Yedi Emin Otoparkı’na uğrasan gözüne bu denli çeşnili bir yapı ilişmez. O halde?.. Saunaya gitmek seçkin bir tercih olabilir. Hem en son hamama gittiğimde yalnız terlememiş aynı zamanda yüzülmüştüm de… Yontulmuş, çizilmiş ve örselenmiştim. Gerede’deki o hamam macerası, dehşetli bir görüntüler geçidi oluşturuyor zihnimde. Ne kadar uzak bir anı kırıntısı olsa da bilinçaltımda bıraktığı izler, ruhsal metcezirlerimde Everest’im diye yaslandığım muhkem karalarımı sular altında bırakıyor. Soğan çuvalı, kıllı ve göbekli pala tellak; buhar ve sabun kokusu, peştamalın şuhluğu… Âdem’den kalma rahatlığıyla kurnanın başına oturan dayılar...

BİZİM YUNUS

    Yiğirmi dokuz hece/Okursun uçtan uca/ Sen elif dersin Hoca/Manası ne demektir, der Âşık Yunus. O yiğit eren, Tanrı’ya olduğu kadar ana diline de âşıktır. Türkçenin kutlu ocağına hiçbir zaman eğri sözcük getirmeyen Yunus, Türkçenin sancaktarı olup gönül meydanlarında öz pınarlarından akan arı duru kelimelerle coşmuş ve yüreğinde cevher olanları da coşturmuştur. Ana dilinin heybesine sökün eden yaban dilleri, incitmeden misafir odasına çekmiş ve yüreklere derman olan İslam’ı öz diliyle anlatmıştır. Elif dersin de… Elif nedir Hoca? İşte, bilgelerin yüzlerce sayfalık iki kapaklı obruklarda anlattığı yüce dinimizi dört dize ile anlatarak Türkçenin heybetini, dolgunluğunu kanıtlamıştır. Şairler büyücüdür, derler. Yunus ne büyücü ne de şairdir. Gönül yongaları Türkçe kelimelerle dökülen elif gibi dosdoğru bir yiğittir sadece. Burada, feraseti olanı hayrete düşürecek olan, Yunus’un dini anlatma dili olarak Arapça ya da Farsçayı değil de ana dilini kullanmış olmasıdır. Zira Tür...