BEN VE O
Evet, ben bir tuz
torbasıyım. İçi boş, yıpranmış; masum bir çocuğun eline geçmiş… Yaz başında,
çakal eriklerin erişmediği bir günde; üç beş galibarda damaskan erik toplamak
için harmanın ardına giden ürkek yürekli bir çocuğum ben. O ise ağaca konan
kuşları tepelemeye ant içmiş bir koca ayak… Güneşimin önüne çamurdan mamul kırk
kurt postu geren o, “ben”i yaratan bir albastı. İnsanın yaratılışını
hazmedemeyen, karabasanlarla oynaşan korkunç devin hayattayken bir aksakal,
öldükten sonra da kabus olarak her rüyaya iştirak ettiği varlık olan o, benim
kıyametim aslında.
Düşler ülkesinde, rüya
girdabında bazen eski model Ford minibüs ile elimde kalan son kalemi- hem de
burçlarından beslendiğim- kaçıran o, bazen de attığım adımları yere mıhlayan
bir kâbustan başka bir şey değil. Ben coğrafyayım. Hani şu kader olan... Ruhumu
mengenede sıkıştırıp, hayallerimi cendereye atan; benliğimi fırdolayı kuşatan
maziyi yaratan kişi, beni de yarattı aslında. Sonrası ise korkunç! Yaşam mücadelesi veren
minik yüreğin, her yanışında duvarlarda bıraktığı bir is ve gurbete savrulan
nazik kalbimin dışarıda son kalemi -
sırtında pamuksu uykular uyuduğum- bırakışının; arabanın içinde ise kuş
yüreğimi gözyaşı sellerinde boğduğu anların yoğun kesişimiyim ben.
Bir çıkış arıyorum.
Düştüğüm dipsiz yarda, karınca çığlıkları savurarak; dertten salvoları ha bire
fayrap ettiren beni, benden başkası da bilemez zaten. Oysa şu kelimelerin
dizilişi, manaların birbirine sürtünmesinden doğan ölgün nur; benim tanımımdan
başkası değil. Hangi ben? Alelade bir yaşamın labirentinde, peynir peşinde
seğirten o bildik farelerdenmiş gibi oynadığım mizansendeki ben mi yoksa işbu
kelimelerin perdeleri ardından suflörlük yapan silik ben mi? Bunu kim
bilebilir? Benliğimde yalnızca elimde tuttuğum küçük çakıl taşı kalmış.
Korkunun verdiği güçle evin balkonundan kopardığım küçük çakıl taşı, şose yolun
ortasında başı kanayan şemsiyemi kıranlara ilk ve son maddi tepkim olup
donakaldı. Çakıl taşlarını kelimeler yüklendi ve mana ikliminde beni ve onu
söyleyip duruyorlar. Söylenecek seçkin ifadeler yok bende. Harflerimin her biri
kanıyor… Buğdayın filizken karlı, başakken yakıcı, hasat zamanı baş kopartıcı,
hasattan sonra ezici ve en sonunda yanıcı yolculuğuyum ben. Ada’daki tozlu bir
yolun kenarındaki ceviz ağacının gölgesinde şırıltılı şarkılar söyleyen ben,
kimilerinin dudak büktüğü kimilerinin ise gölgesinde serinlediği bir yalnızlık
çeşmesiyim bazen.
Sonra bir çıkış geliyor
aklıma. Bu boğuk, bu ıssız ve bu hilkat garibesi yaşam mengenesinden çıkmanın
yolunun benden çıkmak olduğu ümidi düşüyor aklıma. Ama nasıl? Ölümü öldürmekle
yaşamı kanıksamak arasında bir tercih yapabilecek gözü karalık yüreğimin hassas
odalarından birinde mevcut mu? Bunlar “ben”i onun bu tükenmez esaretinden
kurtarıp hürriyetime ulaştırmada hakikaten bir umut vaat edebilir mi? Bir kâğıt
faresi gibi, saman rengi sayfaların arasında o tuz torbasını-aslında beni-
aramak üzere lanetlendim mi? Düşmanlarıma attığım her yumruk, vicdanıma iki
misli geri dönecek kadar hassas yaratılmışken ben, tecessüsle birkaç adım öne
attığım ferahlık perdesinden öteye geçebilir miyim?
İşte, geceleri yıldızları
dost edinip gündüzleri güneşten kaçarak kaderin üzerime musallat ettiği ve
şemsiyemi kıran o korkunç devden nereye kadar kaçabilirim?
O putları kırıp en
büyüğünün omzuna baltayı asamayan ben, yalnızca bunları yazıya geçirmeye
muvaffak olabilmiş bir kâtipten başkası değilim. Ben?.. Hangi ben?.. Sana
sözcüklerin dar ve rutubetli dehlizlerine sığdıramadığım “ben”i anlatmak
mümkünsüz. Sonra lastik ayakkabılarım, basma pantolonum… Bana ait olan ve
yalnız benim iletişime geçebildiğim “gizemli ben” senin dünyanı kirletir…. Bunu
yalnız ikimiz biliriz: Ben ve o!
Elleri de yarıktı!
Yağmurda sıcacık hayatına sığındığım, güneşte serin gölgesine uzandığım
şemsiyemin parmak boğumlarındaki yarıklar, kuş bakışı bile geçilemez vadiler
gibiydi. Tırnak dipleri de kırıktı. Kimi zaman harç düşen, kimi zaman keser
tutan o öpülesi ellerin şimdi başka boyutlarda olmasına karşı duyduğum hasret,
şimdi yok oluşuna bizzat şahit oluşumun verdiği azap; emek kulvarında koşarken
alnından damlayan terlerden içtiğim su, zihnimde büyük bir yıkımı da
beraberinde getirip duruyor. O tuz torbasını savunmak için meydana çıkan,
kendini toprağa atan tohumluğun karşısına, beni savunmak için boynunu uzatan ve
keşmekeş girdabında biçare kulaç atan yürekli kahramanımın yokluğu,
ciğerlerimde saplanıp kalan paslı çivileri zaman mengenesiyle durmaksızın çekiyor,
çekiyor, çekiyor... Canım kanıyor her zaman kırıntısında. Bir soykanın öyküsü
olup kaldım yaşarken. O tuz torbası işte ki anlamak için dinleyenin de yanmış
olması gerekir. Yoksa… Sıradan yürekler için ağlanılası bir Türk filminden
başkası değil.
Gönül bir sırça saraydı,
kırılıp gitti. Fatihalarımdan bile mahrum bıraktığım o muhannet ızbandut, kır
bıyıklarına bakmaya doyamadığım o gönlümün yakışığı ve acımasız mizansenini
oynamam için beni ha bire zorlayan metafizik program… Kelimelere sığındım anlıyor
musun? İçimdeki çaputun kalesi çöplük… Anlıyor musun?
Güçsüzlüğümü suratıma
vuran soluk benizli felekten bunaldım anlıyor musun? Harflerim kanıyor…
Ciğerime oturan senaryoyu yaşamakla baş edemediğimden soluk verişlerim bu kadar
dumanlı. Sigaranın suçu değil bu çürüyüş… Artık ayakta durmak istemiyorum!
Bunca ezik, bedbin kelimelerin birbirine kerkinmesiyle ortaya çıkan sinerji,
kelebek etkisi yaratıp da cihanda olumlu bir titreşim yaratamaz. Baştan
lanetlendik, Kalu Bela’da birbirimize kırdırıldık. Bunca feryadın yaratıcısı
kim mi? Ben ve o!
Bunları, bugün dahi kemik
iliğiyle beslenenlere değil de harflerle oynaşmaktan kafatası kemiği
incelmişlere anlatıyorum yalnız. Bağrında kök salmaya çabalayanları, tuzlu
sulardan koruyan yosunlu taşlar kadar umarsız, martı çığlıkları kadar rahatsız
edici; limanın yağ dolu sularına binlerce kez baktığı halde o suyu görmemiş
kırantalara değil de harflere yüklüyorum, anlıyor musun? Bu insanlar… Bunların
her biri yalnız balık ya da ter kokmaz! Yosun kokmaz, asbestli boya kokmaz… O
serin suların tam ortasında, viranelerin arka bahçelerinde yalnızca başıboş
zağarlar dolaşmaz. Anlıyor musun? Yazmasam deli olacaktım, anlıyor musun? İçime
oturan, çığlıklarıma Çin Seddi ören “Ben ve O” nu yazmasam deli olacaktım!
Yorumlar
Yorum Gönder