ESKİ TAS ESKİ HAMAM
Yaz mevsiminin gelmesine üç beş gün
kaldı. Korona salgını münasebetiyle tıkıldığım evde iyice genişledim. Hem
incelmek hem de cildime bakım yapmak maksadıyla bir çare düşünmeye başladım.
Buldum! Hamama gitmeliyim. Hamam da pis olur şimdi. Dertlisi, dertsizi;
borçlusu, harçlısı… Ne varsa orada paklanıyordur. Ülke insan türleri müzesi
gibi zaten. Hani Yedi Emin Otoparkı’na uğrasan gözüne bu denli çeşnili bir yapı
ilişmez. O halde?.. Saunaya gitmek seçkin bir tercih olabilir. Hem en son
hamama gittiğimde yalnız terlememiş aynı zamanda yüzülmüştüm de… Yontulmuş,
çizilmiş ve örselenmiştim. Gerede’deki o hamam macerası, dehşetli bir
görüntüler geçidi oluşturuyor zihnimde. Ne kadar uzak bir anı kırıntısı olsa da
bilinçaltımda bıraktığı izler, ruhsal metcezirlerimde Everest’im diye
yaslandığım muhkem karalarımı sular altında bırakıyor. Soğan çuvalı, kıllı ve
göbekli pala tellak; buhar ve sabun kokusu, peştamalın şuhluğu… Âdem’den kalma
rahatlığıyla kurnanın başına oturan dayılar, dedeler ve bu güruhun cüretkâr
pozisyonları; havsalamda hem de tüm gelgit boyunca tepişip, filizlenen tüm
yerlerimi kesip biçiyor. Adam adama olduğumuzu ve Sodomlu hastalıklarımızın
olmadığını biliyor, hiçbir şekilde abdestimden şüphe etmiyorum fakat manzaraya
tahammülün verdiği eziyeti tarif ederek bundan bir tahayyül teşkil etmek mümkün
değil. Tecessüs içinde geçen o bir saat, ömrümden iri yongalar koparmış olmalı.
En çok da oradan çıkışımı sevmiştim, yalan yok.
Saunanın fiyatı biraz daha tuzlu
olduğu için lümpen proletarya dediğimiz avamdan ırak olmak mümkündür, diye
düşündüm. Valizime lüzumlu kılık kıyafeti istifleyip otelin yoluna düştüm.
Arabayı, oto yol kenarındaki otelin camekânlı girişine park ettikten sonra
gözüm gönlüm açılmaya başladı bile. Vale denilen görevli kapıma kadar gelip
anahtarı aldı ve arabayı otelin arkasındaki otoparka bırakmak üzere oradan
ayrıldı. Skor tahtasındaki flaşlar
parladı ve söndü. Ruhumun arenasında, ponpon kızlar; arsız, cezbedici şovlarını
sergileyip hayal âlemine karıştı. Sauna bir!.. Hamam sıfır tabii ki… Otomatik kapıdan resepsiyona adım
attığımda saçı herkes gibi sarı boyalı, yüzü herkes gibi pudralı ve allıklı;
gözleri herkes gibi sürmeli ve herkes gibi bir kız tebessümler kuşanıp bana
“Hoş geldiniz beyefendi. ”deyince saunanın skor panosuna bir gol daha ekledim
elbette. Herkes gibi olmasına aldanmayın. Koyunun olmadığı yerde keçiye
Abdurrahman Çelebi demek “farz- ayn” dır! Resepsiyonun yanındaki sehpada içine
limon, salatalık ve tarçın atılmış bir sürahi antioksidan suyunu da görünce
simamda tebessüm, omuzlarımda gurur beliriverdi. Basamaklardan iki kat inip
üstünde “Sauna” yazan iki kanatlı, alüminyum kapıdan girmeden evvel; beklenti
trenim kuzey ülkelerini dolaşıp gelmişti. O iki kanatlı kapının ardında, apayrı
bir ortam beni bekliyor; egzotik müzikler eşliğinde beynelmilel bir kumpanya
benim için fevkaladenin fevkinde gösteriler hazırlıyordu. Beklenti trenim,
dumanıyla bana o minvalde mesajlar iletmişti. İçeriye aşkla girdim…
O da ne? Gerede’deki tellak, sanırsın
ki Ordu’ya taşınmış ve bu saunada işe başlamış! Taşlar kayalar altına… Böylesi
düşman başına!.. Birinin öbürüne göre saçlarının ortası daha çok dökülmüş ama
her ikisinin de yanakları su buharından ve güneş yüzü görmemekten pamuk
şekerine dönmüş, memeleri ve göbeği yerçekimini ispatlamaya ant içmiş, tonton adamlar;
saunanın girişindeki barda dikiliyor. Beni görünce “Hoş geldiniz. ”dediler.
“Başımız sağ olsun.”dedi içimdeki. Kaşlarım düştü, suratıma kırağı yağdı; toz
pembe hayallerimin tozu suratıma okkalı birkaç şamar attı… İçimdeki hayal
kırıklığını birkaç kitabeye yazsam mümkünü yok anlatmaya yetmez. Arkeolojik
kazılarda çıkarılan göbekli ve tombul bereket tanrıçası heykeline benzeyen iki
tip, hamamın üç katı para vererek geldiğim burjuvazi bir otelin sözüm ona
mümtaz saunasında beni nasıl buldu? Bu nasıl tevafuktur ya Rab? “Hoş bulduk.
”dedim. “Saunaya girecektim.” Saçı daha fazla dökülmüş olan, göğsündeki
pişmaniyeleri ovalayarak “Masaj ve kese ister misin? ”dedi. Otelin önünde
gördüğüm muamele ve resepsiyonda gördüğüm dilberin havsalamda bıraktığı
izlenimden olsa gerek, ruhumda bir Arap prensi zenginliği dolaşmaya başlamıştı.
Ya da çölde kutup ayısıyla karşılaşmış olmanın verdiği şok, beynimi dumura
uğratmış olmalıydı. Nato kafa nato mermer vaziyetinde boğulmuş zihnimi sumen
altına iten dilim, beynimden bağımsız olarak döndü ve konuştu: “Evet, lütfen.”
Peştamalı, havluyu vs. elime
verdikten sonra şahsıma hamam bölümünü gösteren besili tellak, beni önden buyur
edip peşim sıra gelmeye başladı. Hayal ülkemin tüm orduları yenilmiş, beklenti
trenim jilet fabrikasına satılmış ve geriye bu cendereden sağ salim çıkma
davası kalmıştı. Ben de o esnada kollarımı iki yana açıp göğüs kaslarımı
şişirerek yanlış anlamalara baştan ket vurmak temennisiyle “Delikanlıyız,
erkekliğin namına yakışır muamele edeceksiniz üleyn.” mesajını tüm evrene
pompalayan bir eda ile ilerlemeye devam ettim.
Hamamın kapısını açtık ki-ben ve dumura
uğramış zihnim- ne görelim? Yetmişli yaşlarda bir mevta adayı, teneşire
yüzükoyun uzanmış; tellak efendiyi bekliyormuş. Mazgallardan ve ıslak
köşelerden ya da bakır kurnanın altındaki yarım yamalak dolu küvetlerden
burnuma gelen koku, su ve sabun kokusundan ziyade soyka kokusunu andırıyordu. Sonradan öğrendiğime göre otel sahibinin
babası olan bu kalburüstü mevta adayını, beni zımparalamaya gelen kel ve
göbekli pişmaniye adam değil de pek de kel olmayan ama göbekli ve pişmaniye olan öbür
adam keseleyecekmiş. Onu keseleyecek olan kişi, eskiden bir futbol takımının
masörüymüş ve işin de ehliymiş. Sonradan öğrendim tabii ki. Neyse… Yüzükoyun
yatan mevta adayı, anadan doğma uzanmış halde, teneşire benzeyen masaj yatağına
uzanmış iken biz göbek taşının yanından ona baktık ve o da bize baktı. Benim
gözlerin fal taşı gibi açıldığını üstün tecrübelerine dayanarak anlamış olacak
ki “Ne bakıyorsun süt kuzusu, ölü evinin kapısına kilit vurulmaz.” babında “Hoş
geldin. ”dedi. Pek de hoş bulmadık. Zira
denize dik uzanan Ege dağlarına karlar yağmış ve ben soğuktan da hazzetmem.
İkinci sınıf tellak, beni başka köşeye yatırıp köpürtmeye başladı. Kocaman
elleri bedenimde dolaşırken içime bir iğrenme doldu. Ukrayna’ya, tarihi ve
turistik bir seyahat amaçlı gitmişim de orada aziz şahsımı iki kel kör kirpi
okşamış babında bir haleti ruhiye ciğerlerime oturdu. Terlemiş bir adam kokusu
da burnuma gelince yaşamaktan soğudum. Bir keresinde de Üsküdar’da tiyatroya
gittiğimde böyle bir an yaşamıştım. Güzel kızlarla dolu çevremize, sanattan
anlayan entelektüel bir adam havası zerk etmek uğruna, hatun kişilerden birinin
abisinden aldığımız ödünç Broadway ile gitmiş; tecavüze uğrayan Bosnalı kadını
izlerken sıkıntıdan ben tecavüze uğramış; tiyatro bitince de en çok ben
alkışlamıştım. Kese, masaj bir an önce
bitsin diye dua ederken vakit geçti gitti. Ama nasıl geçti? Aynştayn Hazretleri’nin
“Zaman görecelidir. Sevdiğin kişiyle geçirdiğin üç saat, sevmediğinle
geçirdiğin üç dakikadan daha kısadır.” hipotezini anlatan İzafiyet Teorisi’ni
şahsen yaşadım, doğruluğuna iman ettim. İkinci sınıf tellak, kese ve masajı
bitirip çıkınca göbek taşına uzanıp girişteki Arap prensi hissiyatına bürünen
ruhumu kalayladım, cilaladım.
O gün bugündür diyorum ki: Eski tas,
eski hamam…
Yorumlar
Yorum Gönder