21.YÜZYIL, ERKEKLİĞİN ÇÖKÜŞÜ


(SADECE ERKEKLERE ÖZEL YAZILMIŞTIR J )
“Herif” kelimesi TDK’ye göre ilk anlamda aşağı görülen, ikinci anlamda ise “adam” karşılığıyla gösteriliyor. Biz de günümüzde “kılıbık olmayan, mert” manasında kullanıyoruz. İstediği zaman dışarı çıkabilen, gezebilen kişi bizim gözümüzde heriftir. Peki “kılıbık olmayan” manasındaki “herif” ifadesi ne zamandan beri ve nasıl yozlaştı?
Muhtemelen bu tabirin büyüleyiciliği,  Âdem, cennetten kovulur kovulmaz erozyona uğramaya başladı. Âdem Baba’mız, mağarada Havva Anne’miz ile yaşarken yeterince geyik avlayamadığı ya da çocuk ağlarken gece uyanmadığı için ilk fırçayı yemiş olmalı. Bunun ardından erkekler, yaratılıştan gelen iktidar olma hünerini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Bu tahakkümden kurtulmak için ava, savaşa gidip evdeki hatun baskısından kurtuluş yolları türettiler. Marko Polo, seyahatnamesinde Arap Yarımadası civarında iki ada olduğunu, bunlardan birinin Erkekler Adası; öbürünün ise Kadınlar Adası olduğunu söylüyor. Yanındakilere niçin böyle yaptıklarını sorunca “Kadınlarla yaşamanın erkek ömrünü kısalttığına inanıyoruz, bu yüzden sadece nisan ayında Kadınlar Adası’na gelip fizyolojik ihtiyaçlarımızı giderip geri dönüyoruz.”şeklinde yanıtlıyorlar.
Ardından büyük devletler kurma çabaları, savaşlar, göçler ve çetin yaşam koşulları; erkekleri daha sert mizaca yönelttiği için kadınlara karşı daha sert bir duruş sergiliyorlar. Zaman değişip çetin yaşam koşulları başkalaşınca da eve bağlı, rutin hayatta getir götür işlerine bakan bir erkek profili peyda oluyor. Kadınlar, sanayileşme ve okuma oranlarının artmasıyla birlikte topyekûn bazı girişimlerde bulunarak birtakım kazanımlar elde edip bunu da tüm dünyaya yaymaya başlıyorlar.
Günümüzde ise arkadaşlarıyla oturabilmek için ev süpüren, cam silen, çocuğun altını değiştiren ve eşine sürpriz sofralar hazırlayan daha yumuşak bir erkek profili türüyor. Kadınlar açısından bunlar büyük kazanımlar. Ekonomik bağımsızlığın da artmasıyla birlikte hayatın yükünün eşit derecede bölüşülmesi gerektiği, bunun medeniyetin bir göstergesi olduğu; kadın erkek diye bir ayrımın olmadığı hatta kanunen kadınlara pozitif ayrımcılık yapılacağı için kadının daha üstün olduğu gerçeği “Panter Emel” figürleriyle telkin ediliyor. Kadınlar, erkeklerin hegemonyasından sıyrılma çabalarının bu kerteye ulaştığı için memnunlar. Ya erkekler?
Burada erkeklerin daha üstün olduğu fikrini kanıtlamaya girişecek değiliz çünkü adamı yırtarlar! Kadın cinayetlerini, kadına karşı şiddeti savunacak kadar da cahil olmadığımızı belirtmek isterim. Sadece şunu sormak istiyorum: Günümüz erkeği ne kadar mutlu? Bu soruya cevabı çevremdeki evli erkeklerin durumlarının özetleriyle vereceğim.  Özgür olmayan, kendilerine ait bir yaşam tasavvurları olmayan, evden kaçmak için birtakım bahaneler üreten pek çok erkek tanıyorum. Tüm bu olgular bize şunu anlatıyor: Erkekler, muktedir olamadıkları için mutsuz. Boşanma oranlarının artışındaki en büyük etken de bu. Annesi ve eşi arasında sıkışan, her akşam salça ve yoğurt siparişine cevap vermeye çalışan bir yığın erkek sürüsü biliyorum.”Tek sussun da ben çoban köpeği olmaya razıyım.”diyen düzinelerce “herifçik” tanıyorum. Bu konudaki en bariz örneği Aziz Sancar vermiştir. Ünlü bilim insanı Nobel Kimya Ödülü’nü kazanıp eve geldiği akşam “Aziz, çöpleri dışarı koydun mu?”sorusuyla karşılaşır. Uzun zamandır sohbet etmediğim bir arkadaşımı arayınca hanım tarafından “Çok ses çıkarıyorsun!”diye paylanarak sitenin arka bahçesine gönderildiğim an bu yazıyı yazmaya karar verdim. Yazayım ki yüz yıl sonraki nesil bizim ne vaziyette olduğumuzu bilsin. Yüz yıl sonra işe giden kadınlar olur ve ev erkeği tabiri çıkarsa ona da ben karışamam. Kadınlar, bir çığ gibi ilerleyerek imparatorluklarını güçlendirdikleri sürece gelecek böyle olacağa benziyor da.
Bahaeddin Ögel Hoca’nın “Türk Mitolojisi” adlı iki ciltlik devasa eserini okuyup buradaki Türk figürlerini gelecek kuşaklara aktarma çabasının tarifsiz gururunu yaşarken çöpleri atmadığım ve pide almayı unuttuğum gerçeği kalbime korku pençelerini salmış bulunmakta. Bilgisayarımda şu yazıları yazarken klavyeden çıkan sesler de biraz sonra tekrar dışarı atılma ihtimalini yükseltmekte. Bari sahuru hazırlayayım da pazar gününü hoş geçirmek için güçlü bir zırh edineyim. Bu durumumu ifade ederken aklıma Tolstoy geliveriyor. Yazdıklarını temize geçirip, eserlerini düzenleyen eşini bir gün terk edip 82 yaşında evden kaçıyor. Ardında yalnızca şu notu bırakıyor:
“Gidişim sana acı verecek, üzgünüm, bana inan ve başka türlü yapamayacağımı anla. Benim evdeki durumum çekilmezdi ve çekilmez oldu. Öteki nedenlerin yanı sıra, şatafatlı koşullar içinde, eskiden olduğu gibi, yaşamayı sürdüremedim ve benim yaşımdaki ihtiyarların göreneğine uyarak, dünyayı terk edip, yaşantımın son günlerini sessizlik ve yalnızlık içinde geçirmek istedim.(…)
“Bunu anlamanı ve nerede olduğumu öğrenecek olursan gelip beni aramamanı yalvararak rica ediyorum. Senin gelişin sadece ikimizin de durumunu kötüleştirir ama benim kararımı değiştiremez.(…)
“Benimle birlikte namusluca geçirdiğin kırk sekiz yıllık yaşam için sana teşekkür ederim ve sana yapılan ve bana yüklenen suçlamalar için beni bağışlamanı dilerim, senin bana karşı yaptığın haksızlıkları da benim bağışladığımı bilmeni isterim. Benim gidişimle, senin için oluşacak değişiklikleri kabullenmeni öğütlerim. Bana bir haber iletecek olursan Saşa’ya söyle, o beni nerede bulacağını bilecek ve gerekeni iletecektir. Ama benim nerede olduğumu açıklayamaz, çünkü bulunduğum yeri hiç kimseye söylememek konusunda bana söz verdi.”

 Ne çekmiş be Tolstoy, derken başkalarının acıları bize hep uzak olarak gelmeye devam ediyor. Belki de kendi bilinçaltımızı böyle suni yanılsamalarla tedavi etme yolunu bizzat seçiyoruz.
Neyse… Ata’mızın sporcular için sarf ettiği sözü mutasyona uğratarak yeniden düzenleyelim:  Ben, kadının yumuşak, güzler yüzlü olanını ve bilhassa az konuşanını severim.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

BAŞIMA NELER GELDİ

DOYUMSUZ EVLAT NASIL YETİŞTİRİLİR?

ACI BABA'YA HOŞ GELDİNİZ