NİYE BÖYLEYİZ ?


TÜRK NESLİ NİÇİN BOZULDU?

Şu an itibariyle gençlerimizi ve yaşlılarımızı gözlemlerseniz ne demek istediğimi daha rahat anlarsınız. Millet olarak uzay çağında bile hala atalarımızdan daha gerideyiz. Sıkıştığımız zaman ‘Sen benim dedemi biliyor musun? Dedem Avrupa’ya kök söktürmüştü.’ Diyoruz. Geçmişiyle bizim kadar övünüp, o geçmişe de bizim kadar vefasız davranan başka topluluk var mıdır?

İyi de niye böyle? Şanlı tarihleri yazan bir milletin nesilleri niçin bu derece aymaz, ülfet ve rehavet içinde olur? Hani filmlerde olur : ‘Bize ne içirdiniz?’   Sahiden bize ne verildi veya ne içirildi. Bu konuda birtakım hipotezlere sahibim. Dileyen sırıtıp ‘saçma’ der; dileyen üzerinde biraz düşünür. Zaten başka da bir açıklaması yok.

HİPOTEZ 1 : Türkler 8. Yüzyılda yerleşik hayata geçmiştir. Dolayısıyla yaratılıştan 8. Yüzyıla kadar Türkler hayatlarının çoğunu at sırtında geçirmiştir. Hatta okullarda at üzerinde yemek yedikleri ve uyudukları da hala tarihçiler tarafından anlatılır. Malum, ata biniş şeklini aklınıza getirirseniz, bu hareketten en çok üreme organlarının etkilenmekte olduğunu anlayabilirsiniz. Ben diyorum ki : Atalarımız sürekli at sırtında dolaştığı için sperm hücrelerinde, darbe ve sürtünme sonucu hasar oluştu. Bu tabi ki yüzyıllar sürdü ama böyle oldu. Hasılı hasarlı hücrelerden daha az kaliteli çocuklar doğmaya başladı. Evet, çılgınca !

HİPOTEZ 2: Yüksek karakterli, cesur, çalışkan insanlarımız savaşlarda öldü. Kurtuluş savaşı öncesi Anadolu’yu düşünün. Köylerde topallardan veya çürüklerden başka erkek kalmamış, tüm yiğitler cephelere yollanmıştı. Son yiğitler de kurtuluş savaşı sırasında şehit oldu. Geriye asker kaçakları, eşkıyalar, tırsıklar ve tembeller kaldı. Çanakkale’de şehit olanları düşünün. Çoğu okumuş, aydın, vatansever ve çalışkan gençlerdi. İşte o DNA’ları  yüzyıllarca süren savaşlarda kaybettik ve soyumuz geride kalan işe yaramaz dımbıllardan türedi; devam etti. Bakın çevrenize, bu tür insanların çokluğunu siz de fak etmiyor musunuz?

HİPOTEZ 3: Ya da yukarıdaki hipotezler tamamen saçma ve hala ilk günkü gibiyiz. Hala Çin sarayını kırk yiğitle bana Kürşadlara sahibiz ama kültürel erozyon, kapitalizm veya sosyalizm gibi dış mihraklı asimilasyon akımlarıyla uyuşturulduk, özümüzden sıyrıldık. Bizi biz yapan güç elimizden alındı. Yüreğimizdeki din olgusu peyderpey silinikleşti. Hedefsiz dolaşan gemiler misali, ufacık girdaplarda takılıp kaldık. Çok büyük bir planın esiri ve ürünü olduk. İyi de nasıl? Osmanlının duraklama devrinden başlayacak olursak, ne oldu da o zamandan sonra başımıza büyü musallat oldu. Osmanlı dönemine bakıp, çürümenin başını orada aramak bana saçma geliyor. Nihayetinde Osmanlı’nın bir ömrü vardı ve vadesi gelince öldü. Hadi arayalım diyelim: Tanzimat Döneminde ve diğer zamanlarda, onca zorluğa rağmen Avrupa’ya tahsil için gönderilen vatandaşlarımıza bakalım: Japonlar gitti, mühendis oldu,mimar oldu; bizimkiler ya berduş oldu ya da edebiyatçı ! Al buradan yak ! Şimdi 1. Hipotez doğru olmuyor mu? Abdulhak Hamit Tarhan diye bir adam(!) var! Can Dündar’ın kaleminden çıkan LÜSYEN isimli kitabı okuyun lütfen. Sadece o kitabı okuyarak bile milletimizin niçin bu durumda olduğunu anlayabilirsiniz. Şöyle söyleyeyim: Kitabı okurken o kadar sinirlendim ki, 530 sayfalık bir kitabı yarım günde okudum. Evet, dili harikaydı ama bana hız veren asıl şey Abdulhak Hamit gibilerin zavallı halkımın parasıyla zamparalık yapıp, alkolik olmasıydı. Merak eden okusun !

Geniş açıyla düşünün şimdi? Haksız mıyım!

 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BAŞIMA NELER GELDİ

DOYUMSUZ EVLAT NASIL YETİŞTİRİLİR?

ACI BABA'YA HOŞ GELDİNİZ